Bir Poşet İsotun Ardında Gizlenen Vefa: Hayatın Gerçek Lezzeti
Hayat, sadece bir ömürden ibaret değildir. Asıl mesele, o ömrü hangi değerlerle yaşadığımızdır. Zaman geçer, makamlar silinir, başarılar unutulur… Ama geriye vefa kalır, sadakat kalır, dostluk kalır. Çünkü insan, en çok da zor zamanlarda kim olduğunu belli eder.
Bu yazıya konu olan olay, Şırnak-Zaho hattında yaşanmış gerçek bir hikâyedir. Ancak bu, sadece sınırda yaşanmış bir hadise değil; vicdanın, vefanın ve dostluğun sınandığı bir imtihandır. Bu anlatım, bölgenin kanaat önderlerinden, ismini anmanın mütevazılığına sığınarak paylaşmadığım, duruşuyla hep takdir ettiğim, sevdiğim ve değer verdiğim ahde vefalı bir dostun birebir şahit olduğu bir hadisedir.
Bu asil insan, anlatırken sesi titredi, gözleri doldu. Anlattığı yalnızca bir anı değil, hayata dair büyük bir dersti…
Olay, Şırnak tarafında 3-4 çuval dolusu isotun görülmesiyle başlar. İsotların sahibi, "Bunlar çürümesin," diyerek içlerinden 1-2 poşet bırakır, geri kalanını mutfağa göndertir. "Arkadaşlara dağıtın," der. Yürekten kopmuş sade bir iyilik…
Fakat bu iyilik yanlış anlaşılır. İsotun asıl sahibi duyunca, o iki poşeti de toplattırır. Ve ardından olanlar olur.
İsotu getiren üç kişiden biri, birkaç gün sonra çağrılır. Soğuk bir cümleyle karşılaşır:
"Sana göre açık. Gideceksin, vergi toplayacaksın."
Bölgeyi bilen bilir: Bu görev, çoğu zaman geri dönülmeyen bir yolculuktur.
Üç arkadaştan ikisi bu göreve gider. Ayrılırken, içlerinden biri, geride kalan arkadaşına dönüp der ki:
"Bize bir şey olursa, haber verirsin…"
Bu cümle, kaderin düğüm noktası olur. Çünkü korkulan olur: İki arkadaş rehin alınır.
Ağır şartlar altında tutulurlar. Boğazlarına kadar suya sokulup çıkarıldıkları, sadece ekmek ve pilavla bir ay boyunca hayatta kalmaya zorlandıkları günler başlar…
Bir ay!
Sadece ekmek ve pilavla yaşamak…
Su içinde geçen saatler, günler…
Ve yaşanan o işkencelerin derin izleri, sadece bedenlerinde değil, ruhlarında da kalıcı yaralar açar…
Ama işte tam bu noktada geride kalan üçüncü dost, tüm ağırlığıyla devreye girer.
Duyar duymaz harekete geçer. Karşı taraftan tam 19 kişiyi rehin alır.
Mesajı nettir:
"Ya o iki arkadaşımızı serbest bırakacaksınız… Ya da sizin 19 adamınızın hayatı tehlikede."
Bu, sadece bir taktik değil; bu, dostluğun ve sadakatin haykırışıdır.
Bu, "Ben buradayım!" demenin; "Onlar yalnız değil!" diye bağırmanın en gür şeklidir.
Bu adım sonuç verir.
19 kişiye karşılık, iki arkadaş serbest bırakılır.
Ama geride kalan o bir ay, bir ömürlük bir iz bırakır…
Bu hikâye, sadece bir sınır olayının çok ötesindedir.
Bu, insanlığın imtihanıdır.
Bu, dostluğun ve vefanın en çetin şartlarda bile sarsılmadığının ispatıdır.
Anlatılan bu olay, bölgenin ağırbaşlı, sözünün eri bir kanaat önderinin –ismi bizde mahfuz– canlı şahitliğiyle kaleme alınmıştır. Kendisi hem devlette önemli görevlerde bulunmuş, hem de halkın gönlünde yer etmiş bir şahsiyettir. Onun anlattıkları, sadece geçmişi değil; bize gelecekte nasıl insan olmamız gerektiğini de göstermektedir.
Zira gerçek dostluk, zor zamanlarda belli olur.
Gerçek vefa, hiçbir karşılık beklemeden gösterilendir.
Ve bazen bir poşet isot, bir halkın vicdanını, cesaretini, sadakatini anlatır.
Urfa'da isot, sadece bir baharat değildir.
O bir kültürdür, bir hafızadır, bir simgedir.
Ve kimi zaman, dostlukla yoğrulmuş bir ahlâk mirasıdır.
Çünkü:
Hayat, vefayla anlam bulur.
Sadakatle değer kazanır.
Dostlukla büyür.
İyilikle güzelleşir.
Sabırla olgunlaşır.
Bu yazıya konu olan olay, bölgenin kanaat önderlerinden birinin birebir şahitliğiyle, gerçek hayattan alınarak kaleme alınmıştır.
Selam ve Dua İle
Zübeyt BOZKURT
0 Yorumlar